4 Ağustos 2011 Perşembe

ilk öpücük

ilk öpücük... ilk öpücük çoğu zaman bir muammadır bana göre, öncesinde ve sonrasında ama şu anda değil. öncesinde muammadır, çünkü önce kimle olacağını düşünürsün, nasıl biri olmalı, çok sevdiğim biri olmalı. sonra da nasıl olacağını, nerede olacağını. kurdukça kurarsın aklında. ama asla düşündüğün gibi olmaz. düşündüğün gibi olmaz çünkü öyle bir anda gelir ki bu ilk öpücük düşüncelerini alır yerine hislerini koyar. nasıl olacağını düşünmek akla mahsusdur çünkü, hisler sadece anı yaşar.
eğer ilk öpücükten hemen sonra yazsaydım bu satırları, bulutların üstünü tanımlardım herkes gibi. herkes gibi anlatırdım kelebek gibi çırpınan kalbimi. o anı düşünürsün. ne kadar beceriksizce çırpındığını düşünüp gülersin kendine. sonra zaman geçer. hiçbir şeyin filmlerdeki gibi olmadığını fark etmeye başladığın andır bu. hayalkırıklığı belki de belki de asla aklından geçtiği gibi olmamasından. zaten aklımızdan geçenlerin de asıl sahibi filmler değil mi? 
hayatında hep gülerek hatırlamak istediğin bu anın bir ömür saklanmaya değmeyeceğini düşündürür bir an insana ilk öpücük. gözlerini açmışsındır, tutulup kalmışsındır, ya da sadece zamanının gelmediğini düşünmüşsündür. değmeyeceğini düşündürür çünkü bu anın üstüne o kadar düşünmeye başlamışsındır ki beynin artık kötü yönlerini bulmaya çalışır. 
kimse anlatmamıştır bize ilk öpücüğün nasıl olduğunu. anlatanlar da en güzel cümleleriyle süslerler bu anlarını. çünkü daha da zaman geçtikçe kötü yanları unutulup o ilk masumluğuyla kalır hatırlarda. 
o anda tüm açıklığıyla ortadadır ilk öpücük. başkaları görür korkusu, ne yapmalıyım düşüncesi derken düşünceler uçuverir aklından 'o an' kalır sadece. sonraları düşündükçe farklı detaylar yakalamaya başlarsın, emin olduğun, olamadığın. ama bir yerden sonra da her şeyiyle belirir karşında 'ilk öpücük'. unutulmayacağını bas bas bağırır sana. belki pamuklara sarılı değildir, belki bulutların üstünde de değildir. ama o an tüm masumiyetiyle karşındadır. yeni doğmuş bir bebek gibi. ne kadar ağlamış da olsalar annelerin aklında hep dünyanın en tatlı bebeği olarak kalırlar, tatlı ve en masum.

12 Haziran 2011 Pazar

en baştan

hani boğazında bir şey düğümlenir, en yakınına anlatmak istersin en yakınındaki kim onu bile bilemezsin. ne yapacağını bilmez dolanırsın etrafta, şekerini kaybetmiş bir çocuk gibi. olanların tüm sorumlusu sen oluverirsin, öyle hissedersin çünkü. anlatmak istersin ama sözcükler dudaklarından değil gözlerinden dökülür bu kez. 

bazen de en yalnız olduğun anda bir dokunuş hayat verir sana. köşebaşından döndürür seni ya da aklına geride bıraktıkların gelir. bir kişi bile olsun yeter nefes alman için. sonraysa o bilindik soru gelir aklına 'neden?'. neden dersin, neden hep aynı şeyleri yaşamak zorundayız, neden hep en baştan? tüm bunları neden yaşarız bilmeyiz ama yaşarız işte. 

bazen de uçurumdan yuvarlanan tek biz olmayız, sevdiklerimizi de sürükleriz yanımızda. işte o en dayanılmaz olandır. kendimizden çok sevdiğimize üzülürüz, oysaki az önce kendimiz için onu üzmüşüzdür. 
hayat hep böyle işte. çelişkilerle dolu. tüm bu çelişkilerin arasında inatla doğruya ulaşmaya çalışırız,  doğru diye bir şeyin olmadığını içten içe bilirken.

3 Haziran 2011 Cuma

pencerenin ardından

Gelinlik, daha ilkokul sıralarında tanışıyoruz bu beyaz örtüyle. Annemizin sandığında görüyoruz ilk kez, büyüdükçe de kendimize göre şekillendiriyoruz. Ne yazık ki sadece bedenimizi örtmekle görevlendirilmiyor bu örtü, hayalini kurduğumuz duvak yüzümüzle bir geleceğimizi de örtüyor. Beyazlığının büyüsüne kapılıp tüm hayatımızı ona kavuşacağımız güne göre şekillendiriyoruz.

Bunun dışında bir de toplumun üzerimize biçtiği kostüm var. Dışımızı şekillendiren gelinlikle beraber benliğimizi şekillendiriyor. Doğar doğmaz bize aşılanan bir iğne gibi, tüm bağışıklığımızı ona göre kazanıyoruz.

Olmamız gereken kadın rolü kesin çizgilerle belirlenmiş, dışına çıkanıysa ben henüz görmedim. Bizim toplumumuza mı özgü bilmiyorum ama, kadının görevleri maddeler halinde yazılmış alnımıza, biz daha doğmadan.

Henüz ilkokul sıralarında teyzelerin, ‘Ben seni oğluma alayım.’ sözleriyle mi yoksa her gün gördüğümüz anne figüründen dolayı mı bu rolü kendimize biçiyoruz bilmiyorum. Bildiğim tek şey, kuralların dışına çıktığınız ölçüde toplumdan da o kadar dışlanırsınız.

Doğumumuzdan beri annemizin ya da anneannemizin hazırlamaya başladığı çeyizler ne olmamız gerektiğini fısıldıyor kulağımıza. Günümüzde bu dayatmalar daha modern artık, ‘üniversiteyi oku sonra evlenirsin.’ Oğulları içinse durum, ‘Benim oğlum büyük adam olacak.’ Bu adam kelimesinin erkek kelimesiyle oluşturduğu uyumdan mıdır bilinmez ama, görevi belli erkeğin büyük adam olacak. Bu yolda da her şey mübahtır ona. Gerekirse kadın, belki de kadınlar feda olabilir onun uğruna. Ne de olsa gelecek onun ellerinde.

Siz hiç bir kız çocuğu için ‘Başbakan olacak kız.’ cümlesini duydunuz mu ya da ‘benim kızım büyük adam olacak.’? Duymuşsunuzdur belki de. Bu söylemler yirmi yıl sonra ‘evlen artık kızım.’ lara dönüşmeyecekse eğer bir anlam ifade edebilir benim için.

‘Aman baban duymasın.’’ larla ‘elalem ne der.’ ler arasında sıkışıp kalan gençlik yılları kadını gelecekteki eşine daha da bağlıyor belki de ‘otur oturduğun yerlerde.’ lerin altında ezilirken. Bazen de hemcinslerinden duyuyorlar kızlarına zengin koca istemlerini, ona göre yetiştiriyorlar kızlarını. Kadının görevini kadınlar da çizmiş, ‘nitelikli hizmetçi’ olmak.

Çoğu kadın itiraf etmiyor bunu kendine, kimi görmezden geliyor, çok az bir kısmıysa durumun farkında ekonomik özgürlüğünü kazanma çabasında. Sırtını dayayacak biri yerine gönlünü vereceği birini arıyor. Sonuç ne olur bilinmez.

Doğadaysa tam bir dişi üstünlüğü hakim. Erkek kendini beğendirmeye çalışır, dişi erkeğini kendi seçer, yuvayı da kendi yapar. Bu yuva ikisinin yuvasıdır. İnsanlardaysa durum tersine döner. Kadınlar kendilerini beğendirmek adına süslenir, birinin onu seçmesini bekler, çoğu zaman da hayatını ona göre şekillendirir. Büyük gün geldiğinde de yuvasını yapmaya başlar. Kendi evini şekillendirir, yuvası onun dünyası olur artık. Bu küçücük dünyasında da yalnız kalmaktan korka korka yaşar. Eşininse önünde koca bir dünya vardır, ‘büyük adamların dünyası’.

Bu dünya erkeklere bahşedilmiştir; kadınlarsa buna boyun eğerler, çünkü sığınmak onlar için vazgeçilmezdir. Küçükken korktuklarında oyuncak ayılarına sığınırlar, üzüldüklerinde bir dostun omzuna, aşık olduklarında da bir yüreğe. Yalnız kalmaktan korkarlar çünkü, ama farkında olmadan da yalnızlığa sığınırlar.

Hep birilerine ihtiyaç duyar kadın. Tüm dünya ayaklarının altındayken o erkeğinin penceresinden bakmakla yetinir. Erkeğiyle bir yaşamak varken bu dünyayı, o yalnızlığına sığınarak boyun eğer bu yalnızlığa.

11 Şubat 2011 Cuma

geçmiş, gelecek, şimdi

yazdığım satırları tekrar tekrar çevirmek huzur verirken bana boş sayfaları görmek ürkütüyor beni. gelecek büyüdükçe büyüyor gözlerimde, aklımı kurcalıyor her boş zamanımda. kalan sayfaları dolduramamaktan korkuyorum, onların soğuk yapraklarını sıcacık kalemimle doldurma hevesindeyim. başıboş ve yalnız bırakmak istemiyorum onları.
aslında kendi geleceğimden korkuyorum galiba. geleceğimin soğuk sayfa aralarında saklanmasındansa, geçmişimin satır araları huzur veriyor bana. karalanmış, kimi zaman yırtılıp atılmış da olsalar yaşanmamış bir zamandansa, yaşanmışlıkları görmek mutlu ediyor beni.
yazmakla yazmamak arasındaki 'şimdi' yi ise kaçırıyorum çoğu zaman. geçmiş bir daha gelmeyecek, gelecekse saklanıyor benden. elimde olan tek şey 'şu an' oysa ve ben onu hep görmezden geliyorum.
insan hep sahip olamadıklarını ister, kaybettikleriniyse gereğinden fazla düşlerken, yanıbaşındakileri görmezden gelir ya öyle bir tezatlık işte.
'insan' diyip geçmek mi gerek yoksa öğrenme zamanı geldi mi 'şimdi' yi yakalamayı?
ah... bu kadar sabırsız ve kırılgan olmasam çok daha mutlu bir insan olurdum kuşkusuz. annemin eteklerine sarılmış ağlıyorum zırıl zırıl o oyuncağı bana alması için. oysa bu kadar ısrar etmesem alacaktı onu bana, ben ısrar ettikçe uzaklaştırıyor beni ondan.
küçükken bir oyuncak için hiç ağlamamıştım, büyüdükçe daha önce hiç görmediğim bir oyuncakla karşılaştım, 'aşk'. ben onu istedikçe benden uzaklaşıyor, bırakırsam da sarılıveriyor boynuma hiç beklemediğim bir anda. bu sefer de onu kaybetmemek için öylesine çırpınıyorum ki ben çırpındıkça daha da gömülüyor sanki geldiği yere.
uçlarda değil de daha ortalarda yaşayabilseydim çok daha mutlu bir insan olurdum kuşkusuz. zamanı kendi haline bırakmaktansa, kendim döndürmeye çalışmasaydım bu çarkı benden bu denli kaçmazdı belki aşk. kendimi kendi halime bırakabilmeyi başarabilseydim keşke. kendimce daha huzurlu olabilirdim belki.
peki ya sen? gözyaşlarım ikna edebilir mi sen? ben çırpındıkça gelir misin bana? ve ben sevdikçe seni her şeyden, kendimden çok, kanar mısın içimdeki haylaz çocuğa? sadece sevdiğim için sever misin beni?

severek ayrılmak

bir diğer adı terkedilmektir... çok seversin belki her şeyden çok, görmez gözlerin çoğu şeyi duymazsın kırıcı sözlerini, yaptıklarını anlamamazlıktan gelirsin. ama o kendi bencilliğine o kadar gömülmüştür ki kendisi için mutlu olacağını düşündüğü şeyi sana dayatmaya kalkar. 'olmuyo' der yapamıyorum. son gurur kırıntılarınla son bi umut ararsın. ama nafile. kendine iyi bak bile demeden gitmiştir. gitmiştir çünkü yapamamıştır böylesi daha iyi olacak der. oysa sadece onun için geçerlidir bu. cevap bile veremezsin kelimeler tıkanır boğazına sonra da o tipik bunalım dönemine girersin. sanki ayrılmayı sen istemişsin gibi davranırsın hiç gülmediğin kadar gülersin. ne kadar mutlusun der insanlar, en yakınındakilerse acil yardım timi kurarlar adeta, gülüşlerin ardındaki yanardağı farketmeleri çok zor olmamıştır.
onun arkadaşlarıya konuşursun. son bi umut ararsın. bu kadar çabuk bitemez bitmemeliydi dersin, susarlar. ben bu kadar severken o ne zaman uzaklaştı bu kadar benden diye sorarsın cevapsız kalır soruların. hiç mi sevmedin beni diye haykırmak istersin. ama yapamazsın işte içinden bir şey seni durdurur. sevseydi gitmezdi der sana. evet sevseydi gitmezdi.
düşünürsün sonra seni her şeye rağmen sevemeyen biri için neden üzülüyorum bu kadar. cevabı yine yoktur. ayrılığın bir nedeni vardır belki ama sevmenin işte onun bi nedeni yoktur. tüm yaptıklarına rağmen seversin onu. en çok da bu acıtır içini. her şeye rağmen onsuz kalmışsındır, ufacık bir bakışı bile esirgeyen eski sevgiliden...

öyle bir şey işte

Nedir gerçek aşk? İki insanın birbirini tutkuyla sevmesi mi? Sevip de kavuşamaması mıdır aşk yoksa tek taraflı mıdır ne olursa olsun onunla olamayacağını bilmek mi? Peki ya hayatımızın aşkı , kimdir o? Nasıl karar veririz onun ‘O’ olduğuna? Yüzüne mi bakarız aklına mı? Parasına mı konuşmasına mı gözlerine mi yoksa yüreğine mi?
  Aşk mıdır gerçekten iki gün ağlayıp üçüncüsünde başkasını düşleyebilmek. Her yaşadığımız duyguya aşk demek saygısızlık değil midir mecnuna. Çöllere düşer miyiz aşkımızdan Leyla’ ya sırtımızı dönebilir miyiz gerçek aşk uğruna?
Peki ya aşk denen şey  var mı gerçekten?
Diyelim yıllar sonra karşımıza çıktı aşk. Tüm aşk tariflerine uyuyor hissettiklerimiz. Onu görünce yüreğin çarpmayı unutuyor, nefes almak bile aklına gelmiyor, sadece onu duyuyorsun, sadece onu görüyor, onu düşlüyorsun, onunlayken onu özlemiyorsun, özleyemiyorsun çünkü sadece onu hissediyorsun, bildiğin her şeyi unutuyor onun dudaklarından dökülenleri izliyorsun, tüm ömrünü başını onun omzuna yaslayarak geçirebileceğini düşünüyorsun, gözlerini uykuya sırf onu görebilmek için bırakıyorsun, uyandığında nefes almaktan önce onu düşlüyorsun. Ya sonra?
   Bir taraf gereksiz yere daha fazla sever diğerinden, sen onu kelimelere sığdıramayacak kadar çok severken onun da seni bu kadar sevmesini bekleyebilir misin? Ulaşılmaz olanın peşindeyiz hepimiz ulaşsaydık eğer ona aşk olur muydu gerçekten? Aşkı aşk yapan içindeki gizem değil midir zaten?
O seni sevmese ne fark eder ki? En yüce duyguyu yaşıyorsun sen. Herkesin diline doladığı aşk değil bu. Bambaşka bir şey. Hayat bunun adı. yaşamayı öğrendin artık sen, sevmeyi öğrendiğin an yaşamayı da öğrenirsin. 

üzerine milyonlarca söz söylenmiş yegane varlık

küçükken bir erkekmişçesine anlayamadığımdır kadın.mesela anlam veremezdim kadınların çiçek sevdasına. nedir yani dalında güzel olan çiçeklere bu kadar merak? ilk kez sevgilim olduğunda anladım nedenini. kadınların isteği çiçek değildir aslında biraz olsun düşünüldüklerini bilmektir. değerli olduklarını hissetmek isterler.bi kadının süslenmesine anlam veremezdim. kadınların sevdiği erkekler uğruna neler yapabileceklerini gördüğümde anladım ne kadar basit bir ayrıntı olduğunu.neden erkeklere bu kadar değer verdikleriniyse anlayamazdım hiç. kendinden başka herkese değer veren kanadı kırık anneleri tanıdım sonra. kendilerini başkalarına adayabilecek kadar alçakgönüllüymüş kadın sonraları farkettim.her başarılı erkeğin arkasına sığınamayacak kadar yüceydi kadın. yüceliğinden belki de sevdiği yegane varlıkları kendi üzerinde tutması.

kimi kadınlar bedenlerini sattı ruhlarını satmak pahasına kimiyse ruhlarını satmayı göze aldı bedenleri uğruna. orospu oldu kiminin adı, kimi dırdırcı, kimiyse konuşmaya bile hakkı yoktu. oysa ben doğuştan kötü bir kadına rastlamadım hiç doğuştan teslim olmuş bir kadına da. yeni doğmuş kız çocuğunun erkekten çok konuştuğuna da şahit olmadım. büyüdüm. büyüdükçe kalbi kırık kadınlara rastladım. hepsinin yakındığı şeyler var. kimi ailesinden kimi çevresinden yakınıyor. en çok da babalarından yakınıyorlar, ilgisizlikten, anlaşılamamaktan. oysa kadını anlamak hiç de zor değildir. kadınları anlamak için yaşadığınız dünyayı olduğundan daha büyük, kendinizi olduğunuzdan daha insan görmeniz yeterlidir. çünkü kadın sizin bir gülüşünüzden dünyalara sahip olmuş gibi hisseder. hayatı olduğundan farklı görür. kendi dünyasının mimarıdır kadın. olması gereken yerin çok gerisindedir kadın. kendi yarattığı dünyanın kirlenmesinden korktuğu için belki de her başarılı erkeğin arkasında kalmıştır. ürkek ve narindir kadın. bu vahşi dünyada kendine bir liman arar hayatı boyunca oysa tüm dünyayı değiştirmek elindedir. ama bunu yine o çok sevdiği varlığa bırakmıştır, erkeğine, bir çiçek uğruna...

eski sevgiliye mektup

tüm farklılıklara rağmen sevebilmekti aşk.
sen beni seviyordun bense sana aşık.
farklıydık demişsin ayrıldıktan sonra,
aramızdaki tek fark, senin aşık olamayacak kadar kendi dünyana gömülmendi oysa.

3 Ocak 2011 Pazartesi

giden her sevgili

giden her sevgili kendinden mutlaka bir şeyler bırakır. kalan ise gidenin bıraktıklarının iyi mi kötü mü olduğunu anlamaya çalışarak geçirir ömrünün son demlerini. giden çoksa hayatından daha bir zordur bunu ayırt etmek.
iyi ve kötü birbirine girmiş, ayrılmaz bir bütün olmuştur. gitmekse aslında en zor olanıdır her ne kadar kolaymış gibi gözükse de. kalbinden bir parça bırakıp gitmiştir ilk başta sonraysa vicdan devreye girer. ‘naptım ben’ demeye kalmadan o zaten seni sorguya çekmektedir. ne yapacağını bilmez hale geliverirsin. dönsen dönemez, gitsen gidemezsin. kalır bir parçan mutlaka asla gitmiş olmazsın aslında. 
kalsan dayanılmaz, gitsen ona dayanılmaz. zordur gitmek. kalan gidenin bıraktıklarını yaşarken giden kendi parçasının yokluğunu dolduran vicdanında yaşar. kalanın kalanlardan kaçma şansı vardır gideninse boşluktan kaçma şansı pek de mümkün değildir. 
acımasız ve bencil olma pahasına gider, giden. doğru değildir belki gitmek ama kalmak ise işte o imkansızdır. başka sevdalara bırakır sonra yerini adı kalır sadece kalanın hatıralarında.