9 Aralık 2015 Çarşamba

Kaçmayarak

yemek yemek ne kadar hüzünlü olabilir? yemek yerken ağlayacak ne vardı ki?

önce mephisto' ya gittim. en az benim kadar depresyonda bir kitap aradım. tezer özlü kitaplarına baktım. onlar bile benden mutlu geldi gözüme çıktım, sonra nezih' e gittim. orada da bir şey bulamayınca alkım' a gittim. 
bir hiçliğin romanını aradım. benim kadar hiç bir kitap. isimlerini okudum, kapaklarına baktım. beni çağıracak bir kitap aradım. rengarenk kapaklarda da bulamayacaktım aradığımı. yeni bir kitaba başlamak bile ne kadar zordu. karar veremedim ve en son gitmek istediğim yere doğru yola çıktım.

hayatım boyunca gitmek istemediğim bir evde yaşadım. şimdi de gitmek istemediğim bir yurtta yaşıyorum. bu yüzden belki de kendimi hiçbir yere ait hissedemiyorum. 15 yıl yaşadığım yere evim diyemezken, sekiz kişinin paylaştığı bir hücreyi ne kadar benimseyebilirim onu da bilmiyorum.

aslında ne kadar mutsuz olduğumu yemek yerken anladım. beşiktaş' tan kabataş' a ''aa ağlayan insan'' bakışlarıyla yürüdüm. 

acı çekiyorum. ve acı çekmek o kadar anormal bir şey ki artık kendimi hastalıklı gibi hissediyorum. 'her şeye rağmen mutlu olabilmeli' ymişim. neden? neden mutlu olmalıyım ben? hayatımda yolunda giden tek bir şey bile yokken? insanlar bana nasihatlar vermeye başladığında daha da kötü hissediyorum kendimi. 'evet' diyorum, 'hayatta tek mutsuz insan benim.'

kitap okumak güzeldir. insana yalnız olmadığını hissettirir. ama insanlar varlıklarıyla nasıl daha çok yalnızlaştırabiliyorlar bilmiyorum.

beşiktaş' tan kabataş' a yürürken ağır bir çantayla yürüdüm. çemberlitaş' a kadar yürümek istiyordum ama eşyalar o kadar ağırdı ki yürüyemedim. sonra bıraksam her şeyi atsam bir kenara koşsam diye düşündüm. bırakamayacağımı biliyordum. içinde laptop, cüzdan, para her şey vardı yani. sonra dedim ki kendime, hayatı da böyle yaşıyorum işte. bir gün kaçma hayaliyle, hiçbir zaman kaçmayarak.
hayatta da yüklerim vardı çünkü, kaçamazdım. bitirmem gereken bir okul, hazırlanmam gereken sınavlar, aile... 
iki günlüğüne kaçma hayali kurdum sonra, istanbul' dan biraz olsun gitmek. bir anlığına rahatladım. ama kendimle baş başa kalacak olma fikri daha çok sıktı içimi vazgeçtim.
zaten gidemezdim de kursum vardı, sonra sınavlar bir de sunum var. plan, kesit, görünüş bir de maket.

film izlemeyi sevmem ben. çoğu mutlu sonla biter. kitaplar güzeldir, benim gibileri yazar.




dünyada hiçbir yerdeyim ben.

30 Kasım 2015 Pazartesi

bir damla yaşla uyandım bugün.
konuşmak istemediğim için çoğu zaman telefonlarını açmadığım babam aradı.
rüyamda da 10 yıldır konuştuğum gibi konuştum.
'beni ara' dedi 'unutma' 
tamam dedim.
rüyamda da aramayacaktım belki de.
uyandım.
bir daha sesini duyamacağımı hatırladım.
bir damla yaş aktı.
bugün tam üç ay oldu.

20 Kasım 2015 Cuma

her insan öldükten sonra silinir hayattan, kimiyse yaşarken. bense henüz doğmadan.
böylesine ironik belki de adım.
şizen.
bir kere duyduklarında unutmadıkları 'şizen'
ve bir kere gördükten sonra hatırlamadıkları ben.

29 Ekim 2015 Perşembe

küçükken en nefret ettiğim soru 'baban ne iş yapıyor?' du. babası kapıcı olan küçük kız utana sıkıla 'babam kapıcı' derdi. içten içe kıskanırdım onu, keşke benim de babam kapıcı olsaydı diye.
kendimce meslekler uydurdum ben de. liseye gelene kadar 'serbest meslek' dedim. nerden duydum da öyle demeye başladım hiç bilmiyorum.

liseye geldiğimde, okulun ilk günü yine o anlamsız soru buldu beni. 'baban ne iş yapıyor?'. bu sefer emekli demeye karar verdim. ama sorular bitmedi. 'ne emeklisi?' çıktı bir de. emekli dedik işte ne diye sorarsın be adam? eski esnaf olduğundan babam esnaf dedim.

insanlara yaşadıklarımdan bahsetmezdim genelde. liseye geldiğimde anlatmak istedim. tabi ki dinlemediler. onların hep benimkilerden daha büyük sorunları vardı. adeta hangimiz daha çok acı çekiyoruz diye yarışıtırıyorduk. benim birinci olma gibi bir amacım yoktu halbuki, sadace anlatmak istiyordum.

sevgililerim oldu. ama hiçbirine içimdekileri olduğu gibi anlatamadım. alkolik bir babam var diyemedim. utandım hep içten içe. çevremdeki herkesin 'normal' bir hayatı vardı. benim istediğim tek şey 'normal' olmaktı.

iki ay öncesine kadar anlatmaya, yazmaya dilimin varmadığı şeyleri şimdi öylesine rahat yazabiliyorum ki. çünkü ölüm her şeyi değiştirebilecek yegane güçmüş.

geçenlerde biri daha sordu 'baban ne iş yapıyor?' diye. emekliydi dedim. o '-di' boğazımda düğümlendi.

şimdiyse 'baban neden öldü?' diyorlar. işte ben o zaman yıllarca gizlemeye çalıştığım şeyi bi anda söyleyiveriyorum: 'alkolden'

babamın ne iş yaptığını hala merak ediyor musunuz?
kendimi hiçbir zaman affetmeyeceğim...
nefretime yenildiğim için.
son anlarında babamın yanında olmadığım için.
kaçtığım için.
şu hayatta iyi olan hiçbir şeyi hak etmiyorum.
içimdeki kötülüğe yenildiğim için.
her şeye rağmen içimdeki iyiliği yaşatamadığım için.
içimdeki kötülükle lanetlendim ben.
ömür boyu geçmeyecek bir vicdan azabı yüklü artık omuzlarımda.
geceleri uykuya dalmadan önce hiçbir zaman geçmeyecek olan o hisle yaşamak zorundayım artık.
boğazımda geçmeyecek bir düğüm,
en alakasız zamanda bile ağlatacak beni bundan sonra.
insanlar varsa çevremde tutacağım kendimi,
kimse kalmadığı an ağlamaya başlayacağım.
ben kendimi hiçbir zaman affedemeyeceğim.

22 Ekim 2015 Perşembe

dedem öldüğünde 10 yaşındaydım. tabutu kapının girişinde duruyordu. bense olanların farkında değilmiş gibi, aslında farkında olup da henüz idrak edemediğimden, dışarıda saklambaç oynuyordum.
sabah erken saatte babam aradı, açmak istemedim. ard arda arayışından sonra açmak zorunda kaldım. deden öldü dedi. sanki deden uyuyor demiş gibi garipsememiştim hiç.

o gün arkadaşlarımla buluşacaktım. çok sıcakkanlı bir çocuk olmadığımdan mıdır nedir benim için ilk gibi bir şeydi. kıyafetlerimi geceden ütülemiştim. giymeye kıyamadığım yeni kıyafetlerimi giyecektim. hala hatırlıyorum pantolunu, tişörtü ve üstüne giyeceğim yeleği.
o yüzden gitmek istemedim, yine de arkadaşlarımla buluşmak istedim. babamın ısrarları sonucu babaannemlerin evine gittim. ve işte saklambaç oynuyordum.

dedem o evde en sevdiğim kişiydi. batak oynardık, blum (nasıl yazıldığına hiç bakmadım ama okunuşu böyle) oynardık. bildiğim tüm kart oyunlarını dedem öğretmişti bana. ve sanki  oynamaya da devam edecektik.

sanırım o zamanlar ölüm, saklambaç gibiydi. sadece bir süreliğine ortadan kaybolmuştu ve ben onu tekrar görecektim.

aradan geçen 11 yıldan sonra amcamın cenazesinde, babamın dedemin cenazesinde nasıl ağladığını hatırlıyorum. şimdiyse üçü beraber bir 70' liği deviriyor olmalılar.

2 Eylül 2015 Çarşamba

içime içime ağlamaktan, kendi kendime konuşmaktan
delirecek gibi
ölecek gibi oluyorum bazen.
ali necati türkal.
defalarca okudum alelade yazılmış tahta parçasındaki adını.
kendimi inandırmaya çalıştım.
her okuduğumda daha da inanılmaz geldi gözüme. 
zaten babasız büyümüştüm, şimdiyse resmi olarak babasızım.

31.08.2015
21 yaş, ölüm yıl dönümleri biriktirmek için küçük bir yaş değil mi?

tanrının herkes için bir planı var.
bizim içinse,
işleri nasıl daha çok zorlaştırabilirim diye düşünüyor olmalı.

herkesin aklına iyi bir anısı gelir gözüne, bir yakını gittiğinde.
benimse tek bir anı canlanmadı gözümde.
yine de bir yerlerde yaşadığını bilmek de yetermiş.

sen gittin. ve artık her şey için sana kızmak bir o kadar anlamsız. 
ben artık kimden nefret edeceğim?




7 Ağustos 2015 Cuma

ölmesini dilediğiniz bir adam, ölmek üzere olduğunda ne hissederdiniz? ben de öyle hissediyorum işte.

o öldüğünde vicdanım hiç sızlamaz diye düşünürdüm. hani yakınlarını kaybeden insanlar keşkelerle dolar ya, o keşkeler gelemezdi bana. yine de küçük, ufak bir keşke yerleşiyormuş insanın yüreğine. karşısındaki insan ne denli kötü olursa olsun.

o bir daha aramayacak. belki son kez göreceğim onu. öldüğünde ne hissedeceğim? ağlayıp ağlamayacağımdan bile emin değilim. içimdeki nefret de gidecek mi onunla beraber? içimdeki güvensizlik, içimdeki boşluk. yani içimde ondan kalan ne varsa.

istemesem de boğazıma bir yumru oturuyor bazen. üzülmemeliyim diyorum, değmez çünkü. ama biliyorum ki ben istemesem de o yıllarca benim bir parçam oldu; ur gibi yayıldı yıllarca, nefretiyle.

yine de bir keşke düşüyor içime, daha farklı olabilir miydi? çünkü artık daha farklı yapmak için çok geç. muhtemelen olmazdı da, ama gidişinin beni hiç etkilemeyeceğini de düşünürdüm o zamanlar. düşündüklerimiz en doğrusu gibi gelse de bazen, büyük bir yanlışın içindeyizdir belki de.

5 Ağustos 2015 Çarşamba

beni sevmediğini söylemediği için kızmıştım. hiçbir şey söylememenin yalan söylemekten bir farkı olmadığını düşünüyordu, belki de üzmemek için söylememişti. hayat bu ya kendi sorunlarımın ne kadar küçük olduğunu gösterdi birkaç gün sonra. bir baba ve ona öleceğini söyleyemeyen çocukları. başkaları  yerine karar vermeye bu kadar hakkımız var mı? doğruyu söylemek zordur derler. büyük doğruları saklamak çok daha büyük bir yük.

insanların benden kaçmasına alışığım aslında. çünkü insanlar kendilerini eğlendiren, rahatlatan, gönüllerini hoş tutan insanları severler. bense soğuk ve mesafeli olanım. işin garibi konuşmaya çalıştığımda da sustuğumda da değişen bir şey olmaması. konuştuğumda anlatacak güzel hikayelerim yok çünkü benim. ya canları sıkıldı, ya dinlemek istemediler. susmayı seçtiğimde de yine şikayet ettiler benden.

hep korktum kaybetmekten ve hep kaybettim. eskiden diğer insanlardan farklı olduğumu düşünürdüm, şimdiyse onlar gibi olmaya çalışıyorum. sosyal medyadın bendeki etkisi bu galiba. fotoğraflardaki mutlu yüzlere özeniyorum. liseden beri hep 'o' nu arıyorum. ben bunca zaman hayal kurarken, çevremdeki insanlar 'o' nu yaşıyor. artık birini beklemeyi bırakmalıyım sanırım. kendimi hep eksik hissettim ve beni tamamlayacak birini aradım. oysa şimdi anlıyorum ki önce kendimi tamamlamalıyım, yaralarımı kendim sarmalıyım. karşımdaki insana kendi hayatımın sorumluluğunu yüklememeliyim. kurtarıcı beklememeliyim.

'o' nu o kadar aradım ki hiç olmayacak insanları bile 'o' sandım. yürümeyeceğini bildiğim ilişkileri zorladım. hep 'belki' lerle bir ilişkiye başladım.
yani demem o ki;
'hayalperestsin yanlış insanlar kalbinde'

kendime olan güvenimi kaybettim, yanlış bir şey söyleyecek korkusuyla düşüncelerimi susturur oldum, kendimi diğer insanlardan aşağı görmeye başladım. ve en kötüsü insanları kıskanmaya başladım. eskiden kendimi kimseyle kıyaslamazdım. şimdiyse kendime odaklanamıyorum. sürekli benden daha mutlu ve başarılı insanları düşünüyorum. onlar gibi olamayacağımı düşünüp pes ediyorum.

herkesin ayrı bir hikayesi olduğunu unutmaya başladım. bu benim hikayem ve mutlu başlamayabilir, mutlu devam etmeyebilir ve mutlu bitmeyebilir de, ama yalnız bana özgü. belki de hiçbir zaman 'o' nu bulamayacağım. bu zamana kadar hep inandım. hala içimde küçük bir umut var. ama biliyorum ki artık bu umuda bağlı yaşamamalıyım. bilinmez bir geleceğe hapsetmemeliyim kendimi. aynı zamanda olumsuz bir geçmişe de bağlı kalmamalıyım artık. sadece yaşamalıyım işte. bilinmez bi geleceğin kaygılarını duymadan, geçmişin olumsuzluklarını bugüne çağırmadan.

yaptığım hataları tekrarlamayı bırakmalıyım artık. aynı zamanda kabullenmeliyim de. yok saymayı bırakmam gerek.

yalnızlığı kabullenmem gerek.

17 Mayıs 2015 Pazar

hiçbir zaman insanlarla anlaşabilen biri olmadım. o yüzden kelimelerle anlamlı bir cümle kurabildiğimden beri yazıyorum. tabi bu anlam 'ali ata bak.' gibi cümleler kurmak demek değil. derdini anlatabilecek kadar cümle kurabilmek.

pek çok insanın belli bir olgunlukta yaşadığı şeyleri 6-7 yaşlarındayken yaşamak; değil sorunlarla başa çıkmak, sorunun sözlük anlamını bilmediğin yaşlarda yaşamak; hayatının geri kalanında asla çözüme ulaşamamana neden oluyor. hani sayfalarca süren bir problemi çözüyorsundur, daha ilk aşamada işlem hatası yapmışsındır. eğer ortalarda yapsaydın sınav bitmeden geri dönüp düzeltebilirdin. ama benim öyle bir şansım yok, bu da bana tüm hayatımın sonunda koca bir '0' veriyor.

uzunca bir zaman problemi yanlış çözdüğümü fark etmemiştim. tam olarak ne zaman fark ettiğimi de hatırlamıyorum aslında. ilkokulda hiç arkadaşımın olmamasını garipsememiştim. daha doğrusu arkadaşlarım oluyordu ama ben hepsiyle bir şekilde kavga edip, küsmeyi başarıyordum, ama insan 20sini geçtiğinde düşünmeye başlıyor, 'neden hala yalnızım?'. hala ilkokuldaki o kavgacı küçük kız mıyım? bazen aynı saflıkla inanıyorum insanlara, bazen de o yaşlardayken yüreğime düşen nefreti ilk günkü gibi hissedebiliyorum.

aylardır yazmadım. ne zaman yazmaya kalksam, yazmak istediklerimin dışında bambaşka şeyler yazdım(şu an olduğu gibi), cümlelerimi toparlayamadım, konudan konuya atladım ve hepsini sildim. ama bu sefer umursamadan, yazının nereye gittiğini düşünmeden yazıyorum. yazıyorum çünkü facebook' taki 500 'arkadaş'ım, telefonumda kayıtlı 100 kişiden arayacak kimseyi bulamıyorum. konuşmak başlı başına korkutuyor beni, asla söylemek istediklerimi söyleyemiyorum, kendimi anlatamıyorum. derdimi atabildiğim tek şey yazmak. ben onu da aylardır yapamıyorum ve boğulmak üzereyim. aslında neden bu kadar açıklama yaptığım hakkında da hiçbir fikrim yok.

yukarda anlatmak istediklerim dışında şeyler yazıyorum demiştim. aslında ilk yazmayı düşündüğüm, itü sözlükte okurken 'merhum yazarlar' diye bir başlık gördüm. yazısını okuduğum bir yazarın aslında ölmüş olabileceğini ve bunu bilmeyeceğimi düşünüp irkildim. intihar eden iki yazarı gördüm sonra. yazılarını okudum. sonra da o yazarlar hakkında yazılanları. tanımayanlar 'belki tanışsaydık derdine derman olur, yardım edebilirdim.' gibi şeyler yazmışlardı. sonra düşündüm, peki kendi tanıdıklarımızın kaçına bu yardım elini uzatıyoruz? yoksa bu sadece bir günah çıkarması mı insanların?

nefes alamadığım zamanlar, sonsuza dek bırakmayı düşündüğüm zamanlar oldu ve bunu hiç kimse fark etmedi. eğer o zamanlar bunu yapmış olsaydım, insanlara vicdan azabı bırakır mıydı yoksa hiç umursamazlar mıydı bilmiyorum. tek bildiğim vicdanları sızlasa da zamanla kör olduğu. işte o zaman insanlar için yaşamamam gerektiğini anlayıp, vazgeçtiğim andı.

dikkat gerisi spoiler olabilir. (genç werther' in acıları)

bir rivayete göre goethe, arkadaşının nişanlısına aşık olur. bu aşkı atamaz yüreğinden. ve kendini öldüremediği için werther' i öldürür romanında, romanı okuyanlar da kendini.

yani demem o ki acıyla baş etmek için iyidir yazı yazmak. kendini kendinden daha iyi kimse dinleyemez çünkü, sen istemezsen öğüt de vermez sana, yaptıklarını başına kakmaz, küçümsemez, sadece dinler.
üsküdar eminönü vapuru' nda denizi görmeyelim diye midir bilmem korkulukları siyah camlardan yapmışlar. çocukları denizi görebilsin diye aileler, çocuklarını kucaklarına almışlardı. büyüklerinse o kadar da umurunda değildi deniz. defalarca görmüşlerdi nasılsa. bense en köşede bir yer bulmuş, siyah camların üzerinden görebildiğimce denize bakmaya çalışıyordum. vapur inanılmaz kalabalık, müzik ve deniz bir nebze olsun koparıyordu beni insanlardan.

vapurdan inip tekrar kalabalığa karışmamak için tramvaya binmek yerine yürümeyi tercih ettim. kimi zaman kalabalıktan kimi zamansa bozuk yollardan ki çoğunlukla kalabalıktan düz yürüyemediğim  yolda, yine müziğin de etkisiyle, yalnız benmişçesine sokaklarda yürüdüğümü hayal ettim. yalnız olmak ihtiyacından çok, sadece dümdüz yürüyebilmek istedim istanbul kalabalığında.

yazmak istedim yürürken. yazmak istediğimde genelde bir köşeye geçer bir şeyler karalar devam ederdim, ama sanırım bu sefer yalnız kendime yazmak istemedim. kelimeleri unutmak pahasına koşarcasına yurda geldim. aslında şu an ne yazmak istediğimi de hatırlamıyorum.

en son 12 ocakta yazmamışım aslında. yazıp yazıp sildiklerim yazdıklarımdan daha çok galiba. yaşarken pişman olmak gibi, yazdıklarını silmek. bilgisayara yazdığındaysa her şeyi silmek daha kolay.

yalnız mutsuz olduğunda mı yazar insan? 'mutluluk nedir?' diye sormak gerekir belki burada. mutluluk bir 'an' benim için. bir anlık bakış, bir anlık gülüş, bir anlık bir an. bazı insanlar hayatın amacının mutluluk olduğunu söylerler. benim içinse mutluluğa adanmış bir hayat bir ana adanmış demek. ve bir 'an' tüm hayata bedel olabilir mi? o an için ömür verilir mi? çoğu şey gibi mutluluğu da abartıyoruz belki de.

şu an mutlu muyum? bu an içinde ne mutlu ne de mutsuzum. mutluluk mutsuzluk içinde bir an ise ikisinin dışında üçüncü bir duyguya daha yer olması gerekmez mi o zaman? durgunluk belki adı, belki de huzur. biraz sonra hayatın zorunluluklarına kaptıracakken kendimi şu an ne hissettiğimin de bir önemi var mı?

yürürken çalmasını istediğim şarkı çalmadı, ben de tüm yazıyı yazarken tekrar tekrar dinledim. ben 'gündüzler doğuyor gecelerime' derim, zeki müren 'gözlerin doğuyor gecelerime' der. ve yalnız bir cümle sayfalarca anlatılamayanı anlatır. ve zeki müren bu yüzden zeki müren' dir.

kendi kendine konuşanlar için deli derler, bence kendi kendine yazmak deliliğin de ötesidir.
çünkü dediği gibi şairin

''...
yalnızlık
insanın kendine mektup yazması
ve dönüp dönüp onu okuması
yalnızlığın da ötesidir.''


12 Ocak 2015 Pazartesi

insanlar o kadar kusursuz ki, hatalarımdan bahsettiğimde gözlerindeki kendinden emin bakış, ve ardından gelen 'ben asla yapmazdım' bakışını görmekten nefret ediyorum. kendini kusursuz göstermeye çalışan insanlara katlanamıyorum artık. dünyada tek hata yapan insan benmişim gibi hissettiriyorlar bana. konuşabileceğim kimse yok. kime anlatsam bana olan bakışı değişecek biliyorum. elimden tek gelen kendimden nefret etmek, tiksinmek, gün geçtikçe içime kapanmak.
hiçbi zaman kendimi sevmedim, ama hep saygı duydum. düzgün bi insan olmaya çalıştım. bildiğim tüm kötü şeylere karşı çıkmaya çalıştım. şimdiyse hiçbiri umrumda değil. ne içip içip rezil olmak, ne küfretmek ne de başka bi şey. çünkü ben küçükken olmak istediğim kişi olma şansını çoktan kaybettim. artık hiçbir değerim, hiçbir inancım yok. en kötüsü de kendime saygım yok.
benim için var olan tek şey sorumluluk. sabah uyanmak benim için sadece bir görev.

'uyanmam lazım.'